BLOG - Mehmet Şimşek

Sarı defterlerim, küçük tahta kalemlerim...

Şimdi hangi kitaplardan

Öğreneceksiniz onu,

Gelmiyorsa bazı şeyler

Çocukluktan geçerek.

(Behçet Necatigil)

Ortası iki zımba teliyle zımbalanmış sarı kalın sayfaları olan; arka yüzünde kerrat diye tabir ettiğimiz “çarpım tablosu” bulunan, bütün yılı onunla geçirdiğimiz, bütün dersler için kullandığımız bir defterimiz olurdu.. İlkokulun başlangıcından bitimine kadar toplam beş defterim olduğunu hatırlarım. Tahta kurşun kalemimle sayfalarının her santimini doldurmaya çalışırdım. Kalem öyle ufalır öyle küçülürdü ki artık sadece işaret ve başparmağının arasına sıkıştırılarak tutulabilir hale gelirdi. Harflerin üzerine basa basa, özenle, dikkatle ve heyecanla yazar yazar dururdum. Gözlerimi kısar, içiçe geçen harfleri zorlanarak ayrıştırmaya çalışırdım; sorunun gözlerimden kaynaklandığını, çook sonra bir göz hekimine muayene olduğumda anlamıştım. Bölgede gözlük takmak tepkiyle karşılanacak ve dalga geçilecek bir olaydı ve ilk gözlük taktığımda sanki dünya üzerime geliyor gibi heyecanlanmış, utanmıştım.

Defter ve kalem ikilisi gaz lambasıyla buluşunca o muhteşem kombinasyon oluşurdu. Tahta kalemimin üzerindeki yaldızlı markayı gaz lambasının ışığına tutar, yansımalarında bazen hayal meyal annemin yüzünü bazen de hiç unutmayacağım sokağımızın yüzünü görür gibi olurdum. Hayatı, gıdım gıdım, dikkatli ve ölçülü kullanılması gereken bir olgu olarak algılardım. Her şey sınırlı, ulaşılamaz ve kıymetliydi. Yokluk, hayata karşı duyarlı ve dirençli olmayı öğretiyordu.

Gercüş’te Batman’da birlikte okuduğum ve şu anda birçoğu çok iyi yerlerde olan arkadaşlarımla karşılaştıkça; onlarda da bu netameli sürecin izlerini görüyor, zorluklarla geçen çocukluğun onları hayata karşı daha güçlü hale getirdiğini müşahede ediyorum. Sonuçta aramızda ikinci defteri veya ikinci kalemi olan kimse olmazdı. Hepimiz aynı çarkın birer unsurları idik. Kendi fırsatımızı kendimiz yaratmak zorundaydık, biz olmayan fırsatlarda eşittik zaten. Zorluklar bizi yolumuzdan mı alıkoyacaktı ? Hayır, asla! Yaşayan Dev Şair Efsane Üstat Sezai Karakoç’un şiirinde ifade ettiği tablo sanki bizi ifade ediyordu:

Ruhumuzun içinde kar yağar

Anamızdan doğduğumuz geceden beri

Heybemizi emektar makinelere yükleriz

Fikirlerimizi tıfıl vinçlere

İri buğday tanelerinin trenleri yürüttüğünü bilmeyiz

Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız

Biz kirli ve temiz çamaşırları

Aynı zaman aynı minval üzere katlarız

Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız

Bu imkânsızlıklar okumaya ve özellikle yazmaya karşı daha istekli ve hırslı olmamıza sebebiyet verdi. Yazmak, bende zaman içerisinde bir tutkuya dönüştü böylece. Bazen unutmamak için bazen başkalarıyla paylaşmak için bazen sonradan okuyup tekrar tekrar yaşamak için… Yazmak bir tutkuyu dizginlediği gibi bazen onu şaha da kaldırabilir. Yazdıkça yoğunlaşmak, yazdıkça soluk soluğa kalmak, yazdıkça zamana meydan okumak ve sarı defterleri birer abide gibi tarihin derinliğiyle buluşturmak..

Bunu bildiğim için hayatımın her diliminde yazmaya çalıştım. Her entelektüel yurttaşın geliştirmesi gereken bir duyarlıktır yazmak. Yazdıkça çoğaldığımı, yazdıkça yayıldığımı, yazdıkça dalga dalga büyüdüğümü fark ettim.

Yazarak her zaman daha geniş kitlelere ve birinci ağızdan ulaşma imkanı olduğunu bilirim. Bugün itibarıyla twitter’da 365.000 (bugün itibariyle 745.000) civarı takipçimin olduğunu fark ettim. Twitter’da hem düşüncelerimi yazarak paylaşma hem de kamuoyunun öneri ve taleplerini arada hiçbir aracı olmaksızın birinci ağızdan okuma şansım var. Bu iletişim imkânının verdiği gücü hesaplamak o kadar da kolay olmasa gerek. Söz uçar yazı kalır boşuna dememişler.

Yaşadığım hayat, içinde bulunduğum ortam, ifa ettiğim ağır görevler, geniş yüzeylere yayılmış iletişim ve ilişkilerim, duyduklarım, gördüklerim, düşündüklerim, anılarım ve ideallerim, beklentilerim ve umutlarımla.. Evet yazarak paylaşmanın, bir çok olaya ve özellikle spekülasyonlara karşı sözcüklerle yorum yapmanın gerekli ve önemli olduğunu düşündüm. Duygu ve düşüncelerimi paylaşmak için çok değişik imkan ve yollar olmakla birlikte burada, bana ait bir sayfada sizlerle samimi ve dostça bir paylaşım sağlamak benim için çok daha manidar ve heyecanlı olacak.

Fırsat buldukça ve imkanlar ölçüsünde yazmaya çalışacağım.

Bu yazıyı yazarken teknolojinin önemli ürünlerinden biri olan bilgisayar karşısında, sarı defterlerimi, tahta kalemlerimi hatırladım. Kim bilir belki hiç bir bilgisayar o defterin kokusunu, o kalemin gıcırtısını ve o gaz lambasının kokusunu veremeyecektir. Ama zaman durmuyor işte; su aktıkça bakmamak lazım, kullanmak lazım.

Şairin deyimiyle “hayat kısa, kuşlar uçuyor…”


Sarı defterlerim, küçük tahta kalemlerim...

Şimdi hangi kitaplardan

Öğreneceksiniz onu,

Gelmiyorsa bazı şeyler

Çocukluktan geçerek.

(Behçet Necatigil)

Ortası iki zımba teliyle zımbalanmış sarı kalın sayfaları olan; arka yüzünde kerrat diye tabir ettiğimiz “çarpım tablosu” bulunan, bütün yılı onunla geçirdiğimiz, bütün dersler için kullandığımız bir defterimiz olurdu.. İlkokulun başlangıcından bitimine kadar toplam beş defterim olduğunu hatırlarım. Tahta kurşun kalemimle sayfalarının her santimini doldurmaya çalışırdım. Kalem öyle ufalır öyle küçülürdü ki artık sadece işaret ve başparmağının arasına sıkıştırılarak tutulabilir hale gelirdi. Harflerin üzerine basa basa, özenle, dikkatle ve heyecanla yazar yazar dururdum. Gözlerimi kısar, içiçe geçen harfleri zorlanarak ayrıştırmaya çalışırdım; sorunun gözlerimden kaynaklandığını, çook sonra bir göz hekimine muayene olduğumda anlamıştım. Bölgede gözlük takmak tepkiyle karşılanacak ve dalga geçilecek bir olaydı ve ilk gözlük taktığımda sanki dünya üzerime geliyor gibi heyecanlanmış, utanmıştım.

Defter ve kalem ikilisi gaz lambasıyla buluşunca o muhteşem kombinasyon oluşurdu. Tahta kalemimin üzerindeki yaldızlı markayı gaz lambasının ışığına tutar, yansımalarında bazen hayal meyal annemin yüzünü bazen de hiç unutmayacağım sokağımızın yüzünü görür gibi olurdum. Hayatı, gıdım gıdım, dikkatli ve ölçülü kullanılması gereken bir olgu olarak algılardım. Her şey sınırlı, ulaşılamaz ve kıymetliydi. Yokluk, hayata karşı duyarlı ve dirençli olmayı öğretiyordu.

Gercüş’te Batman’da birlikte okuduğum ve şu anda birçoğu çok iyi yerlerde olan arkadaşlarımla karşılaştıkça; onlarda da bu netameli sürecin izlerini görüyor, zorluklarla geçen çocukluğun onları hayata karşı daha güçlü hale getirdiğini müşahede ediyorum. Sonuçta aramızda ikinci defteri veya ikinci kalemi olan kimse olmazdı. Hepimiz aynı çarkın birer unsurları idik. Kendi fırsatımızı kendimiz yaratmak zorundaydık, biz olmayan fırsatlarda eşittik zaten. Zorluklar bizi yolumuzdan mı alıkoyacaktı ? Hayır, asla! Yaşayan Dev Şair Efsane Üstat Sezai Karakoç’un şiirinde ifade ettiği tablo sanki bizi ifade ediyordu:

Ruhumuzun içinde kar yağar

Anamızdan doğduğumuz geceden beri

Heybemizi emektar makinelere yükleriz

Fikirlerimizi tıfıl vinçlere

İri buğday tanelerinin trenleri yürüttüğünü bilmeyiz

Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız

Biz kirli ve temiz çamaşırları

Aynı zaman aynı minval üzere katlarız

Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız

Bu imkânsızlıklar okumaya ve özellikle yazmaya karşı daha istekli ve hırslı olmamıza sebebiyet verdi. Yazmak, bende zaman içerisinde bir tutkuya dönüştü böylece. Bazen unutmamak için bazen başkalarıyla paylaşmak için bazen sonradan okuyup tekrar tekrar yaşamak için… Yazmak bir tutkuyu dizginlediği gibi bazen onu şaha da kaldırabilir. Yazdıkça yoğunlaşmak, yazdıkça soluk soluğa kalmak, yazdıkça zamana meydan okumak ve sarı defterleri birer abide gibi tarihin derinliğiyle buluşturmak..

Bunu bildiğim için hayatımın her diliminde yazmaya çalıştım. Her entelektüel yurttaşın geliştirmesi gereken bir duyarlıktır yazmak. Yazdıkça çoğaldığımı, yazdıkça yayıldığımı, yazdıkça dalga dalga büyüdüğümü fark ettim.

Yazarak her zaman daha geniş kitlelere ve birinci ağızdan ulaşma imkanı olduğunu bilirim. Bugün itibarıyla twitter’da 365.000 (bugün itibariyle 745.000) civarı takipçimin olduğunu fark ettim. Twitter’da hem düşüncelerimi yazarak paylaşma hem de kamuoyunun öneri ve taleplerini arada hiçbir aracı olmaksızın birinci ağızdan okuma şansım var. Bu iletişim imkânının verdiği gücü hesaplamak o kadar da kolay olmasa gerek. Söz uçar yazı kalır boşuna dememişler.

Yaşadığım hayat, içinde bulunduğum ortam, ifa ettiğim ağır görevler, geniş yüzeylere yayılmış iletişim ve ilişkilerim, duyduklarım, gördüklerim, düşündüklerim, anılarım ve ideallerim, beklentilerim ve umutlarımla.. Evet yazarak paylaşmanın, bir çok olaya ve özellikle spekülasyonlara karşı sözcüklerle yorum yapmanın gerekli ve önemli olduğunu düşündüm. Duygu ve düşüncelerimi paylaşmak için çok değişik imkan ve yollar olmakla birlikte burada, bana ait bir sayfada sizlerle samimi ve dostça bir paylaşım sağlamak benim için çok daha manidar ve heyecanlı olacak.

Fırsat buldukça ve imkanlar ölçüsünde yazmaya çalışacağım.

Bu yazıyı yazarken teknolojinin önemli ürünlerinden biri olan bilgisayar karşısında, sarı defterlerimi, tahta kalemlerimi hatırladım. Kim bilir belki hiç bir bilgisayar o defterin kokusunu, o kalemin gıcırtısını ve o gaz lambasının kokusunu veremeyecektir. Ama zaman durmuyor işte; su aktıkça bakmamak lazım, kullanmak lazım.

Şairin deyimiyle “hayat kısa, kuşlar uçuyor…”